Serin bir İstanbul sabahında yapacak bir şeyler ararken içinizden dışarı çıkmak geliyor. Hazır tatil gelmiş ve boş zaman varken yeni yerler görmek istiyorsunuz. Koskoca İstanbul sonuçta, illaki görülmedik köşesi kalmıştır! Üsküdar’a gidip sahilde yürürken iskeledeki vapurlara bakıyorsunuz. Çoğunun nereye gittiğini biliyorsunuz: Beşiktaş, Eminönü, Karaköy… Ancak bir tanesine hiç binmemişsiniz ve gözünüze çarpıyor: Haliç Hattı. En kötü ne olabilir ki? Daha kalkmasına 15 dakika var, neler görebilirim diye duraklarına bakarken bir simitçiden çıtır ve sıcak 2 simit alıyorsunuz: Biri size, biri martılara. Vapura biniyorsunuz ve durduğu yerlere göz atarken bir yandan elinizdeki taze simidi ısırıyorsunuz, her tarafınız susam oluyor. Bu hiç de önemli değil çünkü gördüklerinizle ağzınız açık kalıyor. Sürekli duyduğunuz ama bir türlü gitmeye fırsatınız olmayan o rota artık sizin önünüzde: Balat ve Fener!
Tarihine bakıldığında genelde Rum ve Yahudi azınlıkların yerleştiği bir bölge olan Balat ve Fener, çok eski ve önemli yapıları barındırıyor. Yakın zamana kadar kendi haline bırakılmış bu bölge, yıllar süren restorasyonlar ve turizm alanındaki atılımlarla birçok kişiyi renkli evleriyle ve tarihi dokusuyla çekmeye başlayan bir mekan haline gelmiş. Bunlardan ilki, daha Fener’de inerken gözünüze çarpan ve birçok kişinin Patrikhane ile karıştırdığı kırmızı renkli ve ihtişamlı Fener Rum Lisesi. Hala faaliyet halinde olan lise, İstanbul’un fethinden bir yıl sonra yerleşmesi için geri çağırılan rumlar tarafından kurulmuş. Bulunduğu arsa yine kendi mezunlarından birine ait ve binanın yapımında Marsilya’dan getirilmiş kırmızı tuğlalar ve granit kullanılmış. İçerisi ziyaretçilere açık olmasa da yapılan kermeslere denk gelirseniz okulun içini gezebilirsiniz. Balat’ı gezerken hemen her noktadan görebileceğiniz bu bina, estetik mimarisiyle göz doyuruyor.
Vapurdan inince etrafınıza bakıyorsunuz ve o da ne! Sağınızda bembeyaz ve üstünde altın süslemeler olan bir kilise var. İlk hedefimiz: Sveti Stefan Bulgar Kilisesi. Bu yapıyı görebileceğiniz birçok diğer kiliseden ayıran şey tamamıyla demirden yapılmış olması. 19. yüzyılda milliyetçi ayaklanmalarla Yunan merkezli Ortodoks Patrikhane’den ayrılan Bulgarlar tarafından yapılmış. 1850’lerde bağışlanan ahşap bir evin kiliseye dönüştürüldüğü haliyle kullanılmış ancak 1890’larda yenileme yapılması gerektiğinde zeminin betonarme yapılar için zayıf olduğu fark edildiğinden demir çerçeve tercih edilmiş. 500 ton ağırlığındaki prefabrik parçalar Viyana’da üretilmiş ve Karadeniz üzerinden İstanbul’a taşınmış. Günümüzde hala ayakta olan seyrek demir yapılardan biri olan Sveti Stefan Bulgar Kilisesi, 2011 yılında başlayan ve 7 yıl süren tadilatın ardından yeniden açılmış. Mihrap tarafında ortodoks kiliselerinin birçoğunda görülebileceği gibi azizlerin ve İsa’nın fotoğrafları altın süslemelerin arasında yer alıyor. Üst katında vitraylardan oluşan pencereler ortamın atmosferini renklendiriyor. Alt katta Avrupa kıtası ve ortodoks mezhebiyle ilgili fotoğrafların ve ilginç bilgilerin yer aldığı küçük bir sergi alanı var.
Buraları gezdikten sonra içeri taraflara yürümeye başlıyorsunuz. Tabelalara bakarken Fener Rum Patrikhanesi’nin adını okuyorsunuz ve yol almaya başlıyorsunuz. Yaklaşık beş dakika sonra hedefinize varıyorsunuz. Tarih derslerinde cemiyetleri işlediğimiz zamanlarda sürekli adını duyduğumuz bu kurum, 1602’de şu anda bulunduğu yere geçmeden önce birçok kere bina değiştirmek zorunda kalmış. 1941’de yanan bina 1989’a kadar restore edilmemiş ve 1991’de yeniden açılmış. Burada yaşayan ve patrikhaneyi yöneten Patrik, bütün Ortodoks Hristiyanların ruhani lideri olarak kabul ediliyor. İçerisi dindeki yerine zıt bir şekilde oldukça küçük ve herhangi bir kiliseden pek bir farkı yok ancak altın işlemeler ve azizler ile rahibelerin resimleri görmeye değer.
Bu kadar gezdikten sonra tabi ki yoruldunuz ve güzel bir yemeği hakettiniz. Rum Lisesini daha yakından görmek istiyorsunuz. Nasıl gideceğinizi anlamaya çalışırken kendinizi birçok butik restoranın olduğu bir yerde buluyorsunuz. Kafeler Sokağı’na hoşgeldiniz! Yan yana bulunan her biri birbirinden güzel dekore edilmiş bu lezzet duraklarının arasında gezmek bile oldukça eğlenceli. Hangisine girmek istediğiniz size kalmış ancak Naftalin ve Primi Balat çok sık tercih edilen mekanlardan ikisi. Raflarda uyuyan kedilerle beraber size kaliteli makarna yeme fırsatı sunuyor.
Karnınızı bir güzel doyurup iyice dinlendikten sonra tepeye doğru çıkmaya başlıyorsunuz. Renkli merdivenlerden çıkıp halka açık olmasa da Kanlı Kilise’nin yanından geçerek Rum Lisesine varıyorsunuz. Her cephesi ayrı mimari bir güzellik taşıyan bu binanın etrafında dolanırken ara sokaklardan birinde fotoğraflarını gördüğünüz o renkli evleri seçiyorsunuz. O tarafa doğru yönelip yenilenen evlerin önünden renkli caddeye doğru yürüyorsunuz. Çukur ve Cennet Mahallesi gibi birçok ünlü dizinin çekildiği sokaklardan geçerken binaları tanıdık gelmesi oldukça normal. Biraz gezdikten sonra burnunuza fırından yeni çıkmış simit ve ekmek kokuları gelmeye başlıyor. Evin Fırını’nın önünden geçiyorsunuz. Güleryüzlü çalışanların nazik davrandığı bu tarihi küçük fırından ayçöreği alıp yolunuza devam ediyorsunuz.
Kocaman yarı açık bir demir kapı görüp içeri dalıyorsunuz. Bu sefer bir Ermeni kilisesine denk geldiniz. İçerisi mumlarla bezeli ve tipik bir ortodoks kilisesi gibi dizayn edilmiş. Çok kalmadan dışarı çıkıyorsunuz, hava kararmış. İskeleye doğru yürüyorsunuz. Gelmesine daha 15 dakika olan vapuru sahilde oturup Haliç’in karşısını izlerken bekliyorsunuz ve günün yorgunluğunu bacaklarınızda hissediyorsunuz. Vapura atlayıp İstanbul’un ışıklarını seyrediyor ve şehrin güzelliği karşısında bir daha hayran kalıyorsunuz.