top of page
Yazarın fotoğrafıSahra Kurt

İstanbul’un Tarih Kokan Sokakları: Caddelere Karışmış Eserler

Farklı kültürlere ve uygarlıklara ev sahipliği yapan İstanbul’un ruhunu yansıtır caddelerinin kenarlarında kalmış eski binalar.Şimdi gelin birlikte İstanbul’un sokaklarına karışmış birkaç yapının tarihine bir yolculuğa çıkalım.


Büyükada Rum Yetimhanesi:



1800’lerde inşa edilen bina, Avrupa’nın en büyük ahşap yapısıydı. Rum Patrikhanesi himayesine verildikten sonra 1903’te yetimhane olarak hizmete açıldı. Cumhuriyetten önce sorunsuz işleyen yetimhane açılışından 61 yıl sonra Vakıflar Genel Müdürlüğü tarafından ansızın mühürlendi ve buradaki 177 çocuk Büyükada’daki kiliselere yerleşti. Yetimhanenin son müdiresi Marika Hatsu, 2011'de yetimhane ile ilgili anılarını kaleme aldığı kitabında şunları yazdı:

"(...) Eğitim Bakanlığı binanın iki gün içinde boşaltılmasını ve kendilerine teslim edilmesini istedi. Gerekçe olarak yangın tehlikesi gösterildi. Birkaç günlük süre tanınması ricası reddedilince çocuklar apar topar adada bulunan iki manastıra yığdırıldı. Çok hüzünlü bir manzara ortaya çıktı. Akşamın saatlerine kadar herkes, küçük çocuklar dahil, panik içinde bir şeyler taşıyarak koşuşturuyor. Kiminin elinde bir battaniye, kiminin elinde kitaplar, kiminin elinde giysiler, çanak çömlekler vardı. 177 çocuğumuz yuvalarını böyle kaybetti."

Binada olaydan sonra hiçbir yangın çıkmadı, birçok şirketin kullanım önerileri reddedildi ve 1990’da yapılan bir kira anlaşması da engellendi. Binanın Patrikhane’ye iadesi için açılan tüm davalar kaybedilirken Avrupa İnsan Hakları Mahkemesine açılan dava ile 2010’da bina Patrikhane’ye iade edildi.

Çatıları, duvarları yıkılmış binanın içerisinden çekilen fotoğraflarda çürümeye yüz tutmuş bir piyano, yerlere savurulmuş karneler, üzerinde çocukların karalamaları olan sıralar binanın içler acısı halini gözler önüne seriyordu. 2020 yılında restorasyon çalışmaları için ilk adımları atılan bina günümüzde yorgun ve sessiz görüntüsünü sürdürse de bir restorasyon sürecinde. Büyükada Rum Yetimhanesi Restorasyon Projesi Koordinatörü Laki Vingas bu seneki bir ropörtajında:

“Bu mirası yeniden İstanbul'a kazandırmak adına yoğun bir çaba içindeyiz. Proje için gerekli tüm çalışmaları yapıyoruz. Burayı ortak ve kalıcı değerler üretmek anlamında çok önemsiyoruz. Yetimhanenin dönüşümü mimari, tarihi, kültürel ayakları olan çok boyutlu bir konu. (…)” ifadelerini kullandı.


Heybeliada Sanatoryumu:


1920’li yıllarda artan verem vakalarından dolayı herkes bir çare ararken Heybeliada’nın temiz havasından faydalanılarak bir sanatoryum açıldı. O dönemde Avrupa’da çok yaygın olan sanatoryumlar, özellikle verem hastalığının tedavisinde kullanılıyordu. Temiz hava ve bol güneş ışığı sağlayarak hastaların iyileşmesine yardımcı olmayı amaçlıyorlardı. 1940’lardan sonra Heybeliada Sanatoryumu ek binalarla büyütülmeye başladı ve 1947’de 510 yatak kapasitesine ulaşıldı. Bu zor yıllarda halkı desteklemiş olan Sanatoryum, 1950’lerde başlatılan Verem Savaş Kampanyası’nın merkezi oldu. Ancak yıllar içinde değişen sağlık politikalarından Heybeliada Sanatoryumu da payına düşeni aldı ve Sağlık Bakanlığı’nın 2005 yılında onayladığı bir kararla kapatılmasına karar verildi. Hastanenin kapatılma sebebi olarak deniz yoluyla ulaşımın zorluğu ve yeterli hasta bulunmaması sebep gösteriliyordu. Sahip olduğu cihazlar ve tedavisi devam hastaları Süreyya Paşa Eğitim Hastanesine nakledildi. 2009’da ise şaibeli bir yangın sonucu hastane daha da harap hale geldi. Sanatoryumdan kalan son şeyler olan köpekleri ise bir gece zehirlendi ve bina tamamen sahipsiz kaldı. Yıllar sonra bina iki yüz dönümlük arazisi ile Diyanet İşleri Başkanlığına devredilmek üzereyken sivil toplum örgütleri ve adalıların tepkisi ile bu karar, mahkeme tarafından iptal edildi. Heybeliada’nın güney tarafındaki Çam Limanı’na bakan tepede bina bugün çürümeye terk edilmiş durumda. Bu ülke tarihine çok önemli tanıklıkları olan birçok mekan gibi o da İstanbul’un harap olmuş tarihi eserlerine karışıyor.


Maria Muhliotissa Kilisesi:


7. Yüzyıl’ın başlarında Prenses Spoatro tarafından inşa edilen İstanbul’un beşinci tepesi olan Yavuz Selim Tepesi’ndeki bu manastırın hikayesi, aslında Maria Despine Palaiologine’nin hikayesidir bir yandan da. Maria Despina, oldukça kadersiz birisi olmasıyla bilinir. Rivayetlerden biri halkın arasından birine kaçtığını fakat imparatorun onu öldürtmesiyle Maria Despina’nın gözünü kaybettiğini ve ruhsal bir çöküntüye girdiğini, bu olaydan sonra da Moğol Hanı’na gönderildiğini anlatır. Fakat ne yazık ki dönemin hükümdarı Hülagü Han’nın ölümünden dolayı bu evlilik gerçekleşemez ve Maria Despina onun yerine Hülagü Han’ın oğluyla evlenir. 16 yılın ardından onun da ölmesiyle Moğol geleneklerine göre Maria Bizans’a iade edilir. 1261’de yıkılmasının ardından Prenses Spoatro’nun inşa ettirdiği manastırın yerine, 8. Mihail’in dayısı tarafından tek katlı basit bir manastır inşa edilmiştir. 1281 yılında Bizans’a iade edilerek İstanbul’a yerleşen Maria Despina burayı tekrar inşa ettirerek günümüzdeki halini verir ve rahibe olarak yerleşir. Maria Despina’nın yaptığı yardımlardan dolayı kilise, Moğolların Meryem’i Kilisesi olarak bölgede bilinir. Bizans döneminden Rum ibadetine bırakılmış tek kilise olan bu kilise, bugün Fener Aya Maria Kilisesi, Moğolların Meryem’i Kilisesi veya İstanbul’un fethi sırasında akan kanlardan dolayı Kanlı Kilise olarak adlandırılır. Kadersiz Maria Despina’nın kendini adadığı bu kilise, harap olmaktan kurtulmuş binalardan biri olarak İstanbul’un sokaklarının özel bir rengidir.

İstanbul’un ruhunu hissetmek, şehrin hikayesini anlamak böyle eski binalarda saklıdır aslında. Her biri İstanbul’un sokaklarında yaşamış insanların anılarını aktarır bizlere; Büyükada Rum Yetimhanesinin sıralarındaki yazılar, Maria Despina’nın kilisesinin önünden akan kan, Heybeliada Sanatoryum’unun önünde bekleyen köpeklerdir İstanbul’u anlatan.

Son Yazılar

Hepsini Gör
bottom of page